Doğa Kültürü ilk yaklaşımda bazıları için tuhaf bir konu gibi gelebilir. Çünkü genelde insanlar, Doğanın doğal bir şey olduğunu düşünmeye ve Kültür’ün ise yapay bir şey olduğunu düşünmeye alışmıştır. Ama hiç de öyle değil. Tam tersine gerçek şu ki, Kültür bilinen doğadan daha çok doğal, hatta tek doğal şeydir. Veya tüm Kozmik ve Dünya Doğasının en derin Temelidir.
Ne yazık ki Kültür kavramı, son yüzyıllarda deformasyona uğramıştır ve Uygarlık (Sivilizasyon) anlamı taşımaya başlamıştır. Medeniyetin ne olduğunu düşünen çağdaş insanın aklına her zaman uygarlık ürünleri gelir. Bu açıdan bakarsak, tabii ki uygarlık yapay bir şey olduğu için Doğa gibi doğal olamaz. Ama ben burada Gerçek Kültür’den söz ediyorum. Gerçek Kültür Evrenin, Kozmosun, tüm Yıldızların, Gezegenlerin, Tüm Dünyanın temelinde olan en yüksek ve Yüce, Ruhsal, Tanrısal Işıktır, Enerjidir.
Bunları okuyan, bu konseptte bir eksikliği fark edebilir. O da şudur: yaşadığımız bu dünyada acılar var, ıstıraplar var, karanlık var ve kötülük var, ölüm var; peki o zaman bu Sonsuz Enerji’nin Dünyada eksikliği var demektir. Hatta Astronomi’den ve Astrofizik’ten biliyoruz ki, yıldızlar, gezegenler, galaksiler doğduğu gibi, bir gün silinip yok olup gidiyorlar, yani ölüyorlar, yani inanılmaz büyük Işık veren Güneşler bile bir gün sönebiliyor ve karanlığa gömülebiliyor. Bu nasıl oluyor ve neden oluyor? Şöyle bir soru soracağım: Odunlar alev alev yanıp bittikten sonra, ateş sönmüş gibi gözüküyor, ben ise soruyorum – nereye gidiyor alev, nereye gidiyor bu ateşin ışığı? Gerçekten sönüp bitiyor mu? Hayır. Odunlar yanıp biter ve kül olur. Ama ateş ve ateşin yarattığı ışık, ince boyutlara yükselir ve sonsuzluğa gider. Aynı şekilde bitkiler, hayvanlar ve insanlar öldüğü zaman, onların Ruhu, yani O Yüce Enerji veya Işık ölüp yok olmaz. O sadece frekansını değiştirir ve görünen şey görünmeyen boyutlara, oktavlara yükselir. Bu nedenle, Doğa’da ve Doğa’nın Hayatında, hatta Kozmos’un Hayatında biz, doğuşun yanı sıra yok oluşu da görüyoruz. Ama bunlar illüzyondur. Çünkü Kültür’ün Yüce Ruhsal Işığı, ölümsüzdür. O Işığın yarattığı şekiller gelişir, değişir ve hatta deforme olur, silinir, yok olur. Ama Doğa’nın herhangi bir şeklinde olan, temelinde olan O Yüce Yaratıcı Enerji ölümsüzdür. O asla yok olmaz, kaybolup gitmez. En fazla, o Kendi Kaynağı’na döner. Ve sonra tekrar yeni yaratılış devresini (cycle) başlatır. Ama insan hayatının ölçülerine göre, bu Kozmik periyotlar çok büyüktür. O yüzden zor takip edilir. Ve çoğu zaman insan, özellikle Çağdaş Dünya’da kötülük, iyilikten daha çoktur; çirkinlik, güzellikten daha çoktur; karanlık ışıktan daha çoktur; nefret sevgiden daha çoktur diye düşünebilir. Burada Mevlana'nın sözlerini hatırlamak doğru olur: “Nice insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” Demiştir. Gerçekten etrafımıza baktığımızda, çoğu zaman ruhsuz, ışıksız bedenler görüyoruz. Çünkü maddiyata, bencilliğe, ruhsuzluğa, cehalete kapılmış insan kendi Yüreğindeki Işığı kapatmış veya tamamen söndürmüş oluyor. İşte bu tür ruhsuz, cansız ve ışıksız insanlara Mevlana, boş elbiseler demiştir. İşte Çağdaş Dünya’nın ve insanlığın en büyük problemi de zaten budur. Bu Demir Çağın sonunda, insanlığın her yerde yaşadığı en büyük felaket, onun ruhsuzluğu, ışıksızlığı, içsel karanlığıdır.
Tanrısal Kültür Kaynağı gibi, insan da kendi Kültür Görevini yapmalıdır. Doğanın içindeki, Öz’ündeki ve her varlığın Yüreğindeki Işığı görmeli ve O’nu severek, O’na hizmet ederek, O’nun büyümesini ve yükselmesini sağlamak, tüm insanların en doğal Kültür Görevidir.