Tarçını bol bir arkadaşlık özlemiyle bezendi günün ilk saatleri
Verilmiş sadakalarla döşeli yollarda bir kayboluştu bizimkisi
İzi hırçın gözü kara, sözü yalçın sazı yara ellerin hikâyesi
Damarlarımızda memleket hasreti
Mısralarımızda aynı hikâyenin kahramanları
Bir tuhaf yolculuğa karar vermiştik;
Şehrin sokakları gezilmek için hazırlanmış açık hava müzeleriydi ben ve benim gibileri için.
Bazı sokakların anlamı daha farklı olduğundan daha özellerdir elbette.
Aklımda ‘organize işler’deki Süperman’in Evreşe yolları o türkünün aksine dar değildir lafı varken, sahte Arnavut Kaldırımı döşeli sokaktan hafif bir yokuş çıkıyor ve onun getirdiği tebessümle eski evlerin ilk katlarına bakınırken görmüştüm onu.
Saçı Arap kıvırcığı, gözleri koca boncuk iki yaşlarındaki kız çocuğu yarım cumbalı, demir örgülü köşede dışarıyı seyrediyordu. Çok sevimli geldiğinden midir, kız çocuğum yok ta ne yapılır bilmememden mi, asker selamı verip geçiyordum ki; bir ses arkamdan bağırdı.
- Anca sen askey misin?
Döndüm inanılmaz tatlı kıza yaklaştım, o zaman bana komik gelen boynundaki dürbünü gördüm- çocukluk yıllarımdaki çizgi kahraman Zembla’nın yardımcısı halen çok güldüğüm Yeye vardı, dürbün onun boynunda taşıdığı çalar saati çağrıştırdığından gülümsetmiş beni sonra anladım-;
Tekrar sordu asker misin diye, hayır neden sordun dedim.
- Benim babam askeyde onu göydün mü sen derken çok şekerdi.
Görmediğimi öğrendiğinde yüzü asıldı ağlar gibi konuşarak:
- Babam uzakta diye bana düybün getirdi dayım, ama bu düybün bojuk bakıyorum onu göremiyorum.
Koca kız gibi içini çekerek ağlıyor bir yandan da yarısını anlamadığım şeyler anlatıyordu ki, sesini duyup koşarak gelen annesi hiçbir şey demeden onu kucağına aldı, sarmaladı sallanan koltuğa adeta düştü ve o da ağlamaya başladı. Bir anda siyah beyaz dramın içinde buluvermiştim kendimi. Sallanan onlar değil de beynime çakan balyozdu sanki koltuğun ayaklarından çıkan ses yeni doğmuş yavrusunu arayan anne kedinin iniltisi gibi acılıydı, yan dükkândan yaşlı bir amca kolumdan tuttu gel az hele dedi.
Girdik dükkânına oturduk, ayakkabı tamircisi Noel Baba gibi biri olan Şevket amca çay içerken anlattı hikâyesini küçük Dilek’in:
İki ay kadar önce Bitlis’te doktor olarak askerliğini yapan babası bir baskında hayatını kaybetmişti, ara sıra telefonla da olsa konuştuğu babası ne arıyor ne geliyordu. Bir türlü nasıl anlatacaklarını bilemediklerinden çok uzakta olduğunu söylemişler ve hep geçiştirmişler şimdiye kadar.
Bu sokağın uğursuz olduğuna inanmam için yeterli sebep vardı artık. Tam da otuz yıl önce can yoldaşının jandarmalarca öldürüldüğü sokaktan başka bir drama çıkmıştı işte. Arkadaşı Suphi neden ölmüştü. —ne bir haram yedin ne cana kıydın- bu güzel şarkı yüzlerce keman eşliğinde tüm benliğimde çalmaya başladı o an. O günlerden aklında kalan bir koşuşturma atılan sloganlar ne olursa olsun yere düşmeme çabası, çığlıklar, coplanmalar hepsi bir yana yankılanan üç el silah sesi.
— Suphi’yi vurdular diyen Yasemin’in korkudan donmuş gözleri ve çözülen dizlerimin, Musa gibi sokağı ikiye ayırmaya çalışan yumruğumun hırsı ve çaresizliğim ne kadar benzeş bugün duyduklarımın hissettirdikleriyle. Ne acı bir benzerlik ki Suphi tıp öğrencisiydi Dilek’in babası gibi.
Anlatmak zor kıza Suphi kim ve neden öldü,
Anlatmak zor kendime Dilek’in babası kim ve neden öldü.
Özlermiş insan bisiklete binip sırtına kadar çamur olmayı da özlermiş…
16.03.09
Nadir Keleş
Dileyen okusun:
http://tr.wikipedia.org/wiki/16_Mart_Katliam%C4%B1